Belirsizlikten “Sistem Kurmaya” Geçiş Yılı
“Eylem on yılı”nın ortasına gelirken 2025’in bir dönüm noktası olması bekleniyordu; fakat yılı gerçekten tanımlayan şey, sürdürülebilirliğin hangi hedefe koştuğundan çok, hangi zeminde yürümek zorunda kaldığı oldu. Ve zeminin sürekli yer değiştirdi.
Avrupa’da regülasyonların temposu bir yandan hızlandı, diğer yandan bazı başlıklarda “geri vites” tartışmaları güçlendi. Küresel ticarette ise gümrük vergileri, menşe denetimleri ve jeopolitik gerilimler “tahmin edilebilirlik” kavramını sezonluk bir lükse çevirdi.
ABD’de tarifelerin 2025 boyunca ortalama tarife oranını keskin biçimde yukarı çektiğine dair ölçümler ve 2026’ya sarkan belirsizlik, markaların maliyet denkleminde yeni bir sayfa açtı
Tam da bu yüzden 2026, sürdürülebilir modada “niyet” yılı değil; altyapı yılı olacak. Daha açık söyleyelim. 2026’yı tanımlayacak şey, sürdürülebilirliğin bir iletişim dili olmaktan çıkıp bir operasyon sistemine dönüşmesi demek. Bu dönüşümün motoru da son iki yılda peş peşe gelen Avrupa merkezli düzenlemeler ve onların tetiklediği veri, ürün, atık ve ticaret zinciri.
2025’ten 2026’ya geçerken sürdürülebilir modanın haritasını çizen ana kırılmaları, ardından Türkiye açısından “ne anlama gelir?” sorusunu ve daha fazlasını Ayşenur Ülvan Erkan BiModaHayat için kaleme aldı.
2025’in en net mesajı “Gönüllülük Dönemi Kapanıyor, Uyum Dönemi Başlıyor.”
2025’te Avrupa Birliği, tekstilde atığı merkeze alan çok kritik bir adımı hukuk zeminine taşıdı. Atık Çerçeve Direktifi’nin (Waste Framework Directive) hedefli revizyonu yürürlüğe girdi ve tekstilde genişletilmiş üretici sorumluluğu (EPR) için ortak kuralların önü açıldı. Bu, “atık yönetimi”nin belediyelerin yükü olmaktan çıkıp marka/üretici sorumluluğu olarak yeniden tanımlanması anlamına geliyordu.
Bunun arka planında, 2018’de güncellenen direktifle AB ülkelerine getirilen 1 Ocak 2025 itibarıyla tekstilde ayrı toplama zorunluluğu zaten vardı. 2025 bu nedenle “ayrı toplama”nın başladığı; 2026 ise bunun “maliyet ve tasarım” tarafına yansıdığı eşik olacak.
2026’yı Tanımlayacak 6 Büyük Başlık
1- Sürdürülebilirlik = Veri (ve ürün kimliği)
2026’da sürdürülebilir modanın en sert gerçeği, Sürdürülebilirlik iddialarının, ürün bazlı kanıt isteyecek olması. Avrupa Komisyonu’nun Ecodesign for Sustainable Products Regulation (ESPR) çerçevesi, ürünlerin sürdürülebilirlik performansını “tasarım gereklilikleri” ve Dijital Ürün Pasaportu (DPP) gibi araçlarla standardize etmeyi hedefliyor.
Bu çerçevenin moda açısından en somut sinyali ise 2026 takviminde net bir şekilde belirlendi. AB’nin ESPR (Ecodesign for Sustainable Products Regulation) kapsamında getirdiği şey, satılamayan tekstil ve ayakkabının “yok edilmesini” yasaklamak (özellikle imha pratiklerini). Amaç, kaynak israfını azaltmak ve yeniden kullanım/yeniden yönlendirme kanallarını zorunlu kılmak. ESPR, bu pratiği ilk kez AB düzeyinde hedefe koyuyor ve uygulama takvimi 2026’yı “stok yönetimi etiği” açısından kırılma noktasına çeviriyor.
İmha Edilmeyecekse Bu Ürünlere Ne Olacak?
İlki Yeniden satış ve kanal değiştirme operasyonların artması. Markalar, satılamayan stokları imha etmek yerine outlet ve off-price kanallarına kaydıracak; farklı pazarlara yönlendirme, sezon dışı mikro-koleksiyonlarla yeniden konumlandırma ve toptan “deadstock” satışları gibi yöntemlerle daha görünür ve sistematik hale gelecek.
İade yönetimi ile yeniden ticaret (recommerce): İadeden dönen ürünler “0 gibi” yeniden satışa uygun hale getirilecek; kontrol, temizlik, yeniden paketleme ve kalite sınıflandırmasıyla ürünler ikinci el, yenilenmiş (refurbished) ya da “re-loved” kategorilerinde yeniden dolaşıma sokulacak.
Bağış ve sosyal kanallar: Bağış, otomatik bir “çözüm kapısı” olmaktan çıkıp kapasite ve kalite standardı gerektiren bir akışa dönüşecek; yani sosyal kanallara yönlendirilen ürünün kullanılabilirliği, güvenliği ve uygunluğu daha ciddi kriterlerle değerlendirilecek.
Onarım / yeniden işleme: Küçük kusurlu ürünler elden geçirilecek; dikiş–tamir, aksesuar/trim değişimi, yeniden etiketleme ya da minör tasarım dokunuşlarıyla ürünler yeniden satılabilir hale getirilerek stok “kayıp” olmaktan çıkarılacak.
Yeniden kullanım için ayrıştırma: Ürünler, “giyilebilir ve yeniden satılabilir” olanlarla “malzeme geri kazanımına uygun” olanlar şeklinde ayrıştırılacak; bu ayrım, AB’de 2025 itibarıyla başlayan tekstilde ayrı toplama zorunluluğunun desteklediği daha kontrollü bir yönlendirme sistemiyle çalışacak.
Geri dönüşüm / lif geri kazanımı (son çare): Yeniden satış veya bağış için uygun olmayan ürünlerde geri dönüşüm devreye girecek; hedef yakma/çöplük değil, mümkün olan en yüksek değerli geri kazanımı sağlayacak şekilde lif geri kazanımı ve uygun geri dönüşüm süreçlerine yönlendirme olacak.
Bu değişimlerle ürünün “hikâyesi” artık yalnızca kampanya diliyle anlatılan bir pazarlama metni olmaktan çıkarak, ürünün kimliğini taşıyan, doğrulanabilir bilgilerle yaşayan bir ürün kartına dönüşüyor. Malzeme bileşimi, bakım talimatı, onarım ve yeniden kullanım senaryoları, geri dönüşüme uygunluk gibi detaylar “iyi olsa güzel olur” kategorisinde değil, markanın pazarda kalabilmesi için konuşması gereken uyumun dili haline gelmiş olacak. Bu dönüşümle birlikte tedarik zinciri şeffaflığı da sadece etik bir duruş değil; doğru veri, doğru beyan ve izlenebilirlikle ayakta kalan bir ticari devamlılık meselesi olarak yeniden konumlanır.
AB’nin revize ettiği Atık Çerçeve Direktifi ile tekstilde EPR’nin ortak zemini kuruldu; üye ülkelerin bunu ulusal mevzuata aktarması ve sistemleri işletmesi için zaman çizelgesi netleşiyor. Direktifin yürürlük kazanmasının ardından belirlenen takvimde EPR şemalarının en geç Nisan 2028’e kadar operasyonel hale gelmesi bekleniyor.
2026’da EPR sistemleri her ülkede aynı hızda devreye girmiş olmayabilir; bazı pazarlarda uygulama daha sınırlı, bazılarında ise daha ileri seviyede ilerleyecektir. Ancak 2026’yı kritik yapan nokta şu ki markalar EPR’ye şimdiden hazırlanmak zorunda; çünkü EPR giderek tasarım kararlarını doğrudan “fiyatlandıran” bir mekanizmaya dönüşüyor. Dayanıklılık, onarılabilirlik, geri dönüştürülebilirlik ve hatta “hızlı moda” dinamikleri, markaların ödeyeceği ücret/katkı payı hesabında giderek daha belirleyici bir kalem haline gelecek.
3- Yeşil İddia Dönemi Kapanıyor
2026’da sürdürülebilirlik iletişimi iki yönden sıkışacak. Bir yanda Green Claims Directive (AB’nin doğrudan greenwashing’i hedefleyen düzenlemesi) cephesinde süreç 2025’te siyaseten yavaşladı. Müzakerelerin askıya alınması ve geleceğine dair belirsizlik, 2026’nın tek bir “büyük yasa” ile değil, farklı başlıklarda ilerleyen parçalı ama giderek sertleşen bir denetim atmosferiyle şekilleneceğini gösteriyor.
Öte yanda ise Empowering Consumers for the Green Transition Direktifi (2024/825) zaten yürürlükte ve 27 Eylül 2026’dan itibaren uygulanacak; bu düzenleme “çevre dostu”, “yeşil”, “sürdürülebilir” gibi genel ve ispatı belirsiz ifadeleri doğrudan hedef alarak, tüketiciyi yanıltan çevresel beyanları ve güvenilmez etiketleri çok daha sıkı bir çerçeveye çekiyor.
2026’da kazanacak iletişim dili, daha az sloganla daha çok yöntem göstermeye dayanacak. “Karbon nötr” gibi iddialar artık tek cümlelik bir vaat olarak değil; hangi kapsamda (Scope), hangi hesaplama standardıyla, hangi azaltım adımlarıyla ve nasıl doğrulandığıyla birlikte, yani kanıt standardı ve doğrulanabilir bir yol haritası ile anlam kazanacak.
Benzer şekilde “geri dönüştürülmüş” ifadesi de sadece bir etiket değil; ürün içeriğinde gerçekten ne kadar geri dönüştürülmüş malzeme bulunduğunu, bunun hangi kaynaktan geldiğini ve tedarik zinciri boyunca nasıl izlendiğini gösteren içerik oranı ve izlenebilirlik talep edecek. “Daha iyi” gibi göreli ifadeler ise en çok zorlanan alan olacak; çünkü 2026’da bu tür iddialar, “neye göre daha iyi?” sorusuna yanıt veren açık bir kıyas metodolojisi olmadan ikna edici sayılmayacak.
4- Ticaret ve Gümrük Süreçleri
2025’te tarifeler ve ticaret gerilimleri yalnızca maliyetleri yükseltmekle kalmadı; markaların risk yönetimi reflekslerini de kökten değiştirdi. 2026’ya girerken Avrupa iş dünyasında, ABD tarifeleri ve ticaret gerilimlerinin etkisinin 2026 boyunca daha belirgin hissedileceğine dair uyarılar güçleniyor. Bu atmosfer, modada iki eğilimi aynı anda büyütüyor:
Birincisi, yakın tedarik ve bölgesel üretim yeniden stratejik değer kazanıyor; çünkü hız, esneklik ve tedarik güvenliği artık fiyat kadar belirleyici.
İkincisi ise sürdürülebilirliğin yalnızca çevresel bir hedef olmaktan çıkarak tedarik sürekliliğinin dili haline gelmesi; yani menşe ve izlenebilirlik verisi, gümrükte beyan doğruluğu, kimyasal/ürün güvenliği için uyum belgeleri ve ürün bazlı veri altyapısı, markanın pazarda kalabilmesinin temel şartlarına dönüşüyor.
5- Kurumsal Raporlama ve Tedarik Zinciri Sorumluluğu
CSRD tarafında AB, ilk şirketlerin 2024 mali yılı için raporlamaya başlayacağını ve raporların 2025’te yayımlanacağını net biçimde belirtiyor. Ancak 2025’in sonunda Avrupa Parlamentosu’nun kurumsal sürdürülebilirlik raporlama ve özen yükümlülüğü düzenlemelerinde kapsamı daraltan/sadeleştiren bir paket üzerinde anlaşması, 2026’da “herkes aynı hızda mı yükümlü?” sorusunu büyüttü. Son adımların 2026 başında tamamlanması bekleniyor.
Bu şunu yaratıyor: belirsizlik. Ama belirsizlik, “hazırlanmamak” için gerekçe değil. Çünkü büyük alıcılar ve AB pazarıyla çalışan markalar, raporlama kapsamı daralsa bile tedarik zincirinden veri istemeyi sürdürür; denetimler “yasa”dan önce “ticaret ilişkisi” üzerinden gelir.
6- Döngüsellikte “kolay kaçış” Kapanıyor. Atık İhracatı, Paketleme ve Orman Riskleri Belirleyecek
2026, sürdürülebilirliğin “sistemde kalma” şartlarını belirgin biçimde sertleştiren bir yıl olacak. Atık Sevkiyatı Regülasyonu (EU 2024/1157) ile birlikte çoğu hüküm 21 Mayıs 2026 itibarıyla uygulanmaya başlarken, atık hareketlerinde izlenebilirlik ve dijital takip kapasitesi artacak; bu da özellikle “atığı başka pazarlara kaydırma” gibi kolay kaçış alanlarını daraltacak. Aynı paketin parçası olarak plastik atık ihracatına yönelik kurallar da sıkılaşacak ve non-OECD ülkelere ihracat yasağı için 21 Kasım 2026 tarihi kritik bir eşik olarak öne çıkacak.
Öte yandan Ambalaj ve Ambalaj Atığı Regülasyonu (PPWR), AB’de 12 Ağustos 2026’dan itibaren uygulanarak e-ticaret ambalajı, etiketleme ve tasarım gereklilikleri üzerinden moda perakendesini doğrudan etkileyecek. Son olarak AB Ormansızlaşma Regülasyonu (EUDR) tarafında, AB’nin 2025 sonunda uygulamayı bir yıl ertelediğini ve büyük şirketler için yükümlülüğün 30 Aralık 2026’ya kaydığını açıklaması, moda özelinde özellikle deri, kauçuk ve orman bazlı hammaddeler üzerinden tedarik riskinin ağırlığını “2026 sonu”na taşımış durumda..
2026’da “Malzeme” Değil, “İşleyen Döngü” Rekabeti Başlıyor
Son yıllarda next-gen malzemeler, geri dönüştürülmüş lifler ve biyobazlı seçenekler sürdürülebilirlik anlatısının merkezindeydi; ancak 2026’da konuşmanın ağırlık merkezi daha net biçimde ölçek, altyapı ve kalite eksenine kayacak. AB’nin tekstil stratejisi, döngüselliği ürünün yaşam döngüsünün tamamına yayılan koordineli bir dönüşüm olarak ele alırken, “liften life geri dönüşümün hâlâ çok sınırlı kalması” gibi yapısal gerçekler sektörü iyi niyetli pilotlardan çıkarıp zorunlu yatırımlar dönemine taşıyor.
Bu ortamda öne çıkacak yaklaşım, üç kritik bağlantıyı aynı anda kurabilenlerde toplanacak.
- Tasarımı doğrudan atık maliyetiyle ilişkilendirerek daha uzun ömürlü, daha kolay onarılabilir, daha az karışım elyaf kullanan ve daha iyi ayrıştırılabilir ürünler geliştiren markalar avantaj sağlayacak.
- Ürün bazlı izlenebilirlik, doğru beyan ve doğrulanabilir iddia üzerinden veriyle güven inşa edenler rekabette ayrışacak
- Toplama–ayıklama–geri dönüşüm kapasitesini büyüten, kaliteli hammadde arzını güvenceye alan tedarik ağları ise döngüselliği gerçekten ölçekleyebilen taraf olacak.
Türkiye Açısından 2026: “AB’ye Satış Yapıyorsan, Takvim Senindir.”
Türkiye için 2026’yı kritik yapan şey yalnızca iç pazarın dönüşümü değil; ihracatın kaderinin AB takvimine bağlı olması. Çünkü Türkiye tekstili, AB ile entegre çalışan büyük bir üretim ekosistemi. AB’de EPR, DPP, yeşil iddia kısıtları ve ambalaj kuralları devreye girdikçe, Türkiye’deki üretici/marka/tedarikçi ilişkileri de otomatik olarak yeniden tanımlanacak. Daha fazla veri, daha fazla doğrulama, daha fazla ürün seviyesinde şeffaflık istenecek.
Bu noktada Türkiye’nin elinde iki önemli avantaj öne çıkıyor.
İlki, politika çerçevesinin belirgin biçimde güçlenmesi. Ulusal Döngüsel Ekonomi Stratejisi ve Eylem Planı (2025–2028) yayımlanıp yürürlüğe girerek üretim–tüketim–atık yönetimi hattında döngüselliği daha sistematik bir zeminde ele almayı hedefliyor.
İkincisi ise AB Yeşil Mutabakat uyumunun artık iyi niyetli bir hedef olmaktan çıkıp giderek ihracatın ön koşulu haline gelmesi. Türkiye’nin Yeşil Mutabakat Eylem Planı ve döngüsellik başlıkları, AB’de hızlanan atık ve tekstil düzenlemelerinin Türkiye’ye etkisini zaten tarif ediyor ve sektörün AB takvimiyle eşzamanlı ilerlemesini stratejik bir zorunluluk olarak ortaya koyuyor.
Peki Türkiye’de 2026’da “En Kritik Hamleler” Neler?
Türkiye perspektifinde 2026’yı kazanmanın yolu, sürdürülebilirliği bir “departman” olarak değil, baştan sona işleyen bir ürün işletim sistemi olarak kurgulamaktan geçiyor.
Bunun ilk adımı, ürün verisi altyapısını kurmak. SKU bazında malzeme kompozisyonu, tedarikçi katmanları, sertifika/kanıt dokümantasyonu ve bakım–onarım bilgisini tekil ürün kimliği etrafında toparlayarak DPP mantığına hazır hale gelmek. Paralelde EPR’ye hazırlık kritik; çünkü AB ülkeleri farklı modeller uygulayacağından, satış yapılan pazarlar bazında kayıt ve raporlama düzenini şimdiden tasarlamak, ayrıca tasarım kararlarının EPR maliyetine yansıyacağını bilerek koleksiyon stratejisini yeniden kalibre etmek gerekiyor.
2026’da iletişim dili de değişecek.
27 Eylül 2026 itibarıyla AB’de genel çevresel iddiaların daha sıkı denetlenecek olması, AB’ye satış yapan herkesin “iddia disiplinini” güçlendirmesini ve söylemi kanıtla hizalamasını zorunlu kılacak. Ambalaj ise artık yan konu değil! PPWR’ın 12 Ağustos 2026’dan itibaren uygulanacak olması, özellikle e-ticarette ambalaj tasarımını, etiketlemeyi ve malzeme seçimini doğrudan etkileyerek operasyonun merkezine taşımış durumda. Son olarak tarifeler, menşe kontrolleri ve gümrükte artan denetimler, ticaret riskinin sürdürülebilirlikle birlikte yönetilmesini gerektiriyor; izlenebilirlik ve doğru beyan kapasitesi, yalnızca uyum için değil, tedarik sürekliliği ve pazar erişimi için de temel bir ihtiyaç haline geliyor.
2026’nın Sürdürülebilir Modası “Daha İyi Hissettiren” Değil, “Çalışan” Moda Olacak
2025 bize şunu öğretti. Belirsizlik, sürdürülebilirliği erteletmiyor; onu yeniden tasarlıyor. 2026 ise bu yeniden tasarımın “söz”den “sistem”e geçtiği yıl olacak.
Sürdürülebilirlik artık bir kampanya değil; ürün kimliği, atık ekonomisi, kanıt standardı ve ticaret gerçekliğiyle birlikte çalışan bir altyapı. Türkiye açısından mesele, uyumu yalnızca dış kaynaklı bir zorunluluk olarak “takip etmekten” çıkıp, ürün verisi, tasarım ve operasyonu yeniden kurgulayarak uyumu rekabet avantajına dönüştürme becerisine evriliyor.
Bu nedenle, 2026’da sürdürülebilir modayı tanımlayacak şey, en çok “konuşan”ların değil; veriyle, tasarımla, döngüyle ve sahici kanıtla en iyi kurgu kuranların gücü olacak.
Yorumlar