Paris Couture Moda Haftası 2025, bu yıl belki de en güçlü şekilde modanın sanata dönüştüğü bir sahne sunarak başladı. Schiaparelli ile sürrealist bir resim gibi hayal gücümüzü zorlayan, Iris van Herpen ile doğayla simbiyotik bağ kuran, Rahul Mishra ile aşkı bedenselleştiren, Chanel ile sadeliği kutsayan tasarımlar; modanın sınırlarını tekrar tekrar tanımladı.
Bu bağlamda, moda yalnızca giyinmek değil; düşünmek, hissetmek ve hatta doğayla yeniden bağ kurmak için bir alan haline geldi. Sürdürülebilirlik, burada bir etik zorunluluktan öte, estetik bir dil, bir yaratım biçimi olarak karşımıza çıktı. Van Herpen’in canlı kıyafetleri ya da Chanel’in döngüsel zarafeti gibi örnekler, modanın geleceğinde artık sanatı daha fazla göreceğimizi mi gösteriyor?
Schiaparelli ile Sürrealizmden Geleceğe
Daniel Roseberry’nin Elsa Schiaparelli'nin sürrealist mirasını yeniden yorumladığı "Back to The Future" koleksiyonu, modanın geçmişle kurduğu sanatsal diyaloğun bir yansımasıydı. Salvador Dalí'nin 1953 tarihli “The Beating Bejeweled Heart” çalışmasından ilhamla oluşturulan gerçek atan kalp aksesuarı, izleyiciyi yalnızca görsel değil, metafiziksel bir deneyime davet etti. Bu noktada moda, Dalí’nin tuvalde yaptığı sürrealizm gibi, bedende yaşanan bir rüya haline geldi. Roseberry'nin koleksiyonunda geleneksel Schiaparelli silüetleri korunurken, yeni teknolojiler ve yenilikçi malzeme kullanımı ile “moda bir form mu yoksa fikir midir?” sorusu sessizce soruluyordu.
Iris van Herpen ile Canlı Bir Ekosistem
Van Herpen’in "Sympoiesis" adlı koleksiyonu ise sadece modanın sanatla değil, doğayla ve bilimle nasıl iş birliği yapabileceğini kanıtladı. Koleksiyonun açılış parçası olan Living Look, 125 milyon biyolüminesans algin ışık saçtığı ve nefes alabildiği, modanın tasarlanmaktan çok “büyütüldüğü” bir yapıt olarak sunuldu. Biyotasarımcı Chris Bellamy ile iş birliği içinde geliştirilen bu canlı kıyafet, moda tarihindeki belki de en radikal sürdürülebilirlik örneklerinden biri oldu.
Van Herpen, okyanuslardan, mercanlardan ve alglerden aldığı ilhamla kıyafeti bir doğa varlığına dönüştürürken; izleyicilere şu soruyu sordu: Bir elbise sadece giyilmek için midir, yoksa deneyimlenmek, duyumsanmak, yaşamak için mi? Van Herpen’in tasarımları, giysiyi bir nesne değil, organizma olarak görmemizi sağladı. Moda bu noktada sadece bir sanat formu değil, bir ekolojik varlık haline geldi.
Rahul Mishra ile Aşkın Yedi Hali ve Ruhani Moda
Rahul Mishra’nın “Becoming Love” adlı koleksiyonu ise aşkın yedi evresini anlatan Sufi felsefesinden yola çıkan şiirsel bir anlatı sundu. Her tasarım, çekimden yeniden doğuşa uzanan aşkın evrelerini (çekim, tutku, teslimiyet, saygı, adanmışlık, takıntı ve ölüm) her biri kendine özgü bir kıyafet tasarımı ile temsil ederken, modayı bir anlatı biçimine dönüştürdü. Gustav Klimt’in “The Kiss” tablosuna yapılan göndermeler, beden üzerine yansıtılan yüz imgeleri, kalbin altın bir tılsıma dönüşmesi gibi öğeler, Mishra’nın modayı adeta görsel bir edebiyat türüne dönüştürdüğünü gösterdi.
Bu koleksiyon, modanın sadece görsel bir deneyim değil, aynı zamanda duygusal ve ruhsal bir yolculuk olabileceğini ortaya koydu. “Moda sanat mıdır?” sorusu burada çok daha derinleşti: Mishra’nın koleksiyonu moda ile şiir, moda ile tasavvuf, moda ile içsel dönüşüm arasında kurduğu bağlarla cevabını verdi.
Chanel: Sadeliğin ve Zanaatin Nostaljik Şiiri
Chanel, 31 Rue Cambon’un zarif salonlarından ilhamla hazırlanan defilesinde geçmişin izlerini bugünün zarafetiyle buluşturdu. Gabrielle Chanel’in sadeliğe övgüsünü yansıtan bu koleksiyon, el işçiliğinin, sessiz lüksün ve doğadan ilham alan sembollerin (örneğin buğday başakları) bir araya geldiği şiirsel bir kapanış sundu.
Chanel’de moda, abartının değil, sadeliğin sanatıydı. Bu koleksiyon aynı zamanda sürdürülebilirliğe dolaylı bir gönderme niteliğindeydi: modada zamansızlık ve döngüsellik. Yeni kreatif direktör Matthieu Blazy’nin yaklaşımıyla Chanel’in önümüzdeki dönemde bu vizyonu nasıl evrimleştireceği merak konusu.
コメント